Perşembe Konferansı (27.12.2012)

     Akşam gazetesi ve Marketing Türkiye Dergisi köşe yazarı, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi, iletişim danışmanı Sayın Ali Saydam  9 Haziran 2011 tarihinde saat 15.00’de “İletişim Yönetiminde Başarı” konulu konferansı vermek üzere aramızda olacaktır.

Konferans Afişi İçin Tıklayınız

Ali Saydam’ın Özgeçmişi:

1946 yılında Ankara`da doğdu. 1965 yılında İstanbul Erkek Lisesi`nden mezun oldu. 1966-1974 yılları arasında Bern Üniversitesi`nde Kimya öğrenimi gördü. Goethe Enstitüsü`nde 1978 yılında "Yabancı Dil Olarak Almanca Öğretmenliği" sertifikasını aldı. 1978 -1982 yıllarında Milliyet Gazetesi`nde muhabir olarak çalıştı. 1982-1986 yılları arasında Karacan Yayınları Genel Yayın Yönetmenliği görevini üstlendi ve 11 yayının grup editörlüğünü yürüttü. 1986-1988 yılları arasında Sabah Gazetesi Dergi Grubu Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1988 yılında Güneş Yayınları kurucu ortağı ve genel müdürü oldu.
1993-1997 yılları arasındaTRT 2`de yayınlanan "Ne Var, Ne Yok" adlı programın sunuculuğunu üstlendi. 2000-2001 yılları arasında Kanal 7`de "İletişimde Ne Var, Ne Yok" adlı programı sundu. 1998`de kurulan halkla ilişkilerde medya araştırma, değerlendirme ve ölçümleme hizmeti veren PRNET`in kurucularındandır. Halen Bersay İletişim Danışmanlığı, Bersay İletişim Enstitüsü, BİG Medya, DHB Sağlık Strateji Danışmanlığı, Kesişim Yayıncılık ve Tasarım Hizmetleri ve Saydam İletişim ve Etkinlik Yönetimi’nin oluşturduğu Bersay İletişim Grubu`nun Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürütmektedirİstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi`nde lisans ve yüksek lisans sınıflarına 10 yıl süresince ders veren Saydam halen Bahçeşehir İletişim Fakültesi’nde son sınıflarla "Halkla İlişkiler Çalıştayı" adlı çalışmayı yürütmektedir. 2003-2006 yılları arasında Sabah Gazetesi’nde haftalık yazılar kaleme alan Saydam, 2006`dan bu yana Akşam Gazetesi’nde haftada 5 gün köşe yazmakta, düzenli olarak da Marketing Türkiye dergisinde iletişim üzerine yazıları yer almaktadır. Habertürk TV`de 2005 -2007 yılları arasında Özlem Gürses`in sunduğu sohbet programlarına daimi konuk olarak katılan Ali Saydam, çeşitli vakıf, dernek ve meslek kuruluşlarının üyesidir. 2005 yılında "Algılama Yönetimi", 2010 yılında "Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?" adlı kitapları yayınlanmıştır. 
 
Algılama Yönetimi Kitabı`ndan...
İthaf, İtiraf ve Özgeçmiş Yerine
Bu kitabı kime veya kimlere ithaf etmeliyim?
Bu sorunun cevabını, bu kitabı yazmaya karar verip notlar almaya başladığım 2002 yazından beri düşünüyorum.
Kitap yazmak ve dolayısıyla bir şeyler üretmek demek, bir bakıma borçlanmak demektir. Yazmaya karar veren kişi, borçlanmayı ve borçlarını ödemeyi göze alan kişidir.
Üzerimde o kadar çok kişinin hakkı var ki, onlar olmasa, belki değil istediklerimi yazmak, yapmak istediklerimi bile yapamazdım.
En nihayet bir bütüne, bütünlüğe ulaştığımı düşünüyorum. Dolayısıyla bu bütünün ve bütünlüğün parçalarını oluşturan kimselere çok şeyler borçluyum. Onlardan çok şey öğrendim...
25 yıl hayatı paylaştığım eski eşim Prof. Dr. Gülçin Bermek benim de hocamdı. Hem bireysel, hem de toplumsal çabalarımın başarıya ulaşmasında onun zekâ ve şefkatinin katkısı sözle ifade edilebilecek miktarın çok üstündedir. O, benim sivriliklerimi törpülemiş, zaaflarımı azaltmış, sevgi, şefkat ve dostluğuyla insanlarımızı tanımamda çok yardımcı olmuştur.
Galatasaray Üniversitesi’nde Sosyoloji öğrenimini bu yıl tamamlamak üzere olan kızım Deniz Saydam, bu yıl lise ikiye giden küçük oğlum Engin Saydam, bana insanın sadece yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla da, yapamadıklarıyla da değerlendirilebileceğini öğrettiler. Onlarla beraberliğimde sadece sevmenin yetmediğini, sevmek kadar sevgi göstermenin de çetin bir hüner olduğunu kavradım.
Hollanda’da bir bankada çalışan büyük oğlum Mehmet Özgür Saydam’a gelince... Onunla ilişkim boyunca, algılamayanın değil, algılatamayanın sorumluluk taşıdığını görmüş oldum. Gördüm de ne oldu? Onunla ilişkimizi yönetemiyordum. Hâlâ da yönetemiyorum...
Maxim Gorki’nin Benim Üniversitelerim adlı ünlü kitabında sözünü ettiği türden, algılama yönetimi konusunda benim bilgi ve birikimime yön veren pek çok üniversitem oldu. Okumayı öğrendiğim yıl bana ilk romanımı (Robinson Crusoé) armağan eden, o zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde Coğrafya okumakta olan amca kızım Aydek (Saydam) Huysal, bana anlayarak okumayı öğretmişti.
Almancayı ve basketbolü ağabeyim Hasan Onur Saydam söktürdü bana. Hazırlık ve Orta 1’de bu yüzden çok azarını işittim, belki bir iki kez kulağımı bile çekmiştir; ama ondan sonra İstanbul Erkek Lisesi’nde beton gibi oldu Almancam. Lisede, daha sonrasında da Bern Üniversitesi’nde basketbol takımının kaptanlığını kimselere kaptırmayacaktım. Bir şeyler elde etmek için bir şeylere katlanmak gerektiğini, o zamanlar onun sayesinde anlamaya başlamıştım.
Ablam Fügen Tığın’dan inatçı, tavırlı ve müşfik olmanın yansımaları geçmiştir bana. İnsan davranışlarına odaklanışı ve sonunda kendi zarar görse bile erdemsizliği affetmeyişindeki hüzünlü gururu hiçbir zaman aklımdan çıkmamış, hep içimde bir yürek yarası olarak kalmıştır. Türk halkının bütün ortak özelliklerini üstünde taşırdı rahmetli ablacığım.
İstanbul Erkek Lisesi’ndeki hocalarım, İffet Erdem, Doç. Dr. Nurettin Topçu, At Mehmet, Dazlak, Çömez Osman, Sıfırcı Naşit, Müdürümüz Halit Özler, Goethe’yi bana sevdiren Kublik, Dr. Kopp, Cramer, Weström ve diğerleri, zamanında değerlerini doğru dürüst kavrayamadığım ama kattıkları değerler yıllar sonra iletişimle ilgilenmeye başladığımda kafama birer birer dank eden yapı ustalarıydı.
Yine yatılı lise dönemimden Erol Evgin, Prof. Dr. Ali Çetin Sarıoğlu, Prof. Dr. Cengiz Erdamar, Ahmet Çulha, Ömer Umar, Ümit Zaim, Raşit Alpay ve diğer 37 sınıf arkadaşım, lisede oluşan tanışıklığımızı yıllar sonra köklü ilişkilere dönüştürmeyi başardığımız Can Çağdaş, Prof. Dr. Acar Baltaş, Ayşe Sözeri Cemal, Levent Bıçakçı, benim kilometre taşlarımın arasına serpiştirilmiş tek taş pırlanta gibiydiler. Onlardan bazılarını incitmiş olabilirim. Ben onlara hiç kırılmadım.
İsviçre’de öğrencilik yıllarımda Sartre ve Camus ile yatıp kalkarken tanıştığım Dr. Celal Kulen (Sinemadaki adıyla Tunç Okan) beni Nazım Hikmet’in şiirlerine, sonra da Marx ve Engels’in temel düşüncelerine aşina kıldı.
Sonraları ondan da, diğer birçok Marksist’ten de daha ciddiye aldığım bu ideolojiyle tam sekiz yıl köklerine değin haşır neşir oldum. Bu sıkı meşguliyetin bana maliyetini küçümsersem, elbette hata etmiş olurum. Ne var ki, sonradan Marksizm dahil her türlü ‘tasallut’la ilişkimi kesmemde yine Marksizm’in yararını gördüm. Kitabı buraya kadar okumuş olanlar bileceklerdir: Herhangi bir ‘tasallut’la algılama yönetilemez.
Öğrencilik yıllarımın sonuna doğru tanıştığım Yunan dostum Lefteris Anagnostis’ten ‘şey’lerin göründükleri gibi olamayacaklarını öğrenmiş, onun aracılığıyla da Alfred Adler’i, Prof. Liebling’i, Zürcher Schule’yi tanıma fırsatı bulmuştum. İnsanın korku, ihtiras, kıskançlık gibi zaaflarını düzeltip terbiye edebilecek hiçbir ‘izm’in olamayacağını, Lefteris’le daldığımız uzun sohbetler sırasında kavramaya başlamıştım.
Reklam filmi yönetmeni Üstün Barışta’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde yönettiği sinema seminerlerinde Brecht’i daha derinlemesine anlamayı, ‘toplumsal jestüs’ meselesini, ‘yeniden üretim’i, sanat ve estetik teorilerini, reddiyenin reddiyesinin ötesine geçmeyi, maddenin ve düşüncenin hareketinin yanı sıra duygunun da hareketinin olabileceğini, birin ikiye değil, sonsuza bölündüğünü ve geçmişten gelip beynimin köşe bucağına bölük pörçük yerleşmiş birçok felsefi kavramı bir araya getirip, bütünleyip, odaklanmayı öğrendim.
Askerlik ise bana hem sofita’da, hem de sahnede birlikte yaşanabileceğini sadece göstermekle kalmadı, bizzat öğretti de.
Dergicilik serüvenine ilk adımı attığım Milliyet ailesinden Abdi İpekçi ile Hey’in Yazı İşleri Müdürü Yener Süsoy, iletişim mesleğinde emeklediğim o yıllarda yayıncılık ve iletişim alanına ilişkin ilk yapıtaşlarını yerleştirmeye yardımcı oldular.
Hey dergisinin düzeltmeni Özer Akbaş dostum, beni Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ve İslam mistisizmi ile tanıştırdı. Anlamak için kan ter döktüm. Fîhi-Mâ-Fîh, felsefe alanındaki yeniden üretimime neredeyse son noktayı koydu.
Birlikte Sanat Olayı dergisini yayınladığımız Attilâ İlhan’ın Aynanın İçindekiler dizisi, Kemal Tahir’in Devlet Ana ve Yorgun Savaşçısı, Cemil Meriç’in Bu Ülkesi ve daha önceleri Batı kültürü içinde dolaşırken adına rastlayamadığım birçok zihni ‘vaftizlenmemiş’ Türk yazar, içinden çıktığım milletin ortak ruhi şekillenmesini anlamama yardımcı oldular.
Muhammed Esed’in The Message of the Qur’an (Kur’an Mesajı) adlı değerli tercümesi, adını saymaya gerek duymadığım ‘unutulamazlarım’ listesinin başında yer alır. Kanal 7’ye danışmanlık hizmeti verdiğim yıllardan Mustafa Çelik, Zekeriya Karaman ve İsmail Karahan’ın gösterdikleri dostluk ve sevgiyi unutmam ise mümkün değil.
Halit Refiğ ile Sapanca’da günler ve aylar süren sohbetlerimizden, onun bıkmadan usanmadan bana verdiği “tarihi gerçekçilik” derslerinden, ayaklarımı daha sağlam bir zemine basıp sıçrayarak dünyaya, Türkiye’ye, tarihe, topluma, siyasete bakma konusunda pek çok şey öğrendim.
“Şeytanla çok fazla işbirliği yapmadan da popüler olunabileceği” konusundaki ipuçlarını ise Sezen Aksu’dan edinmişimdir. Yıllar süren dostluklar, evlilikler içinde bile zaman zaman insanların kırılabileceğini, yine Sezen Aksu’nun hem kendisinden, hem de şarkılarından öğrendim. Aynı yol göstericiliği, gençlik yıllarımda Jacques Brel ile John Lennon, daha sonraları Nina Simone ile Eleni Karaindrou da yapmışlardı.
Adler’in İnsan Tanıma Sanatını hem güncel hayatta, hem de bazı yönetmenlerin filmlerinde test edip durdum. İşin içine kendimi kaptırıp her türlü insani duyguyu doya doya yaşamayı ıskaladım belki. Ama, bakmaktan çok okumanın tadını da az çıkarmış sayılmam.
Filmleri izlemeyi değil, okumayı öğrenirken de, insanları okumaya çalışırken de çok başarılı olduğum söylenemez aslında. O zamanlar ‘tavırlardan’, ‘tutumlardan’ yola çıkarak ölçümleme yapılabileceğini henüz bilmiyordum. Sonraları öğrendim. Bugün de en azından kendimi tanıma konusunda daha çok çalışmam gerektiğini hissediyorum. Oysa bunda, Bern’de Alhambra Sineması’nda yer göstericiliği yaptığım üç yıl boyunca izlediğim Visconti’nin, Antonioni’nin, Rosi’nin, Fellini’nin, Godard’ın, Roeg’ün, Deferre’in, Kazan’ın, Kubrick’in, Forman’ın, Tarkovski’nin, Angelopoulos’un, Wenders’in, Kurosawa’nın kabahati yoktu. Aynı şekilde Dostoyevski (Budala), Sevgi Soysal (Tante Rosa), Elia Kazan (Uzlaşma), Max Frisch (Homo Faber), Dürrenmatt (Duruşma Gecesi), Virginia Woolf (Kendine Ait Bir Oda) ve diğerleri de suçlu değildiler.
Hayatlarını neredeyse ezbere bildiğim Che Guevara ve Romy Schneider, Brueghel’in resimleri, Masaccio’nun freskleri, Sokrates’in bilgeliği, Goethe’nin Der östliche Diwan’ı ve Dr. Faustus’u, Selçuklu’nun insan, inanç ve bilim odaklı mimarisi, Osmanlı’nın nezaheti ve Kemal Tahir’in deyişiyle “Anadolu insanının acı çeken büyük insanlığı” beni hiçbir zaman terketmediler.
Hey dergisinden başlayıp Yorum Ajans üzerinden Karacan Yayınları, Sabah Dergi Grubu (Dönemli Yayıncılık), Güneş Yayıncılık’tan geçip Bersay İletişim Danışmanlığı’nda devam eden iş hayatım boyunca birlikte çalıştığım tüm arkadaşlardan da iletişim ve insanlık adına çok şey öğrendim.
Onlar da benim üniversitelerimdi.
Deniz Yegül, Ertan Gökemre, rahmetli Erman Şener, rahmetli Haluk Aktar, Enis Batur, Ömer Madra ve diğerleri, hepsi de kendilerine özgü birer hazineydiler.
Bu kitabın dilinin zenginleştirilmesinde kendisinden derinlikli destek aldığım ve son iki yıl içinde dostluğunu keşfedip felsefe ve mantığın yan sokaklarında, karanlık dehlizlerinde çıktığımız yolculukta yolumuzu aydınlatmış olan Dücane Cündioğlu’nu şükranla anmadan geçemem.
Son 15 yılda yaşanmış ilişkiler içinde her türlü sınavdan geçmiş dostlukların ise benim üniversitelerim arasında müstesna bir yeri vardır:
1983’ten bu yana beraber olduğumuz, bana sorulursa bugüne kadar okuduğum en özlü, en özgün romanlardan birini (Sus) kaleme almış olan Ülkü Karaosmanoğlu; bilgi ve ruh düzeyinde tekâmülünü adım adım ve hayranlıkla izlediğim ve insanın ancak kendisinin yine kendisini inşa edebileceğini bir kez daha kendi sakin yaşamında kanıtlamış olan 15 yıllık iş arkadaşım, sevdiğim ve eşim Arın Saydam; paramı pulumu ve şirketlerimin namusunu gözüm kapalı teslim ettiğim Ali Sarıkaya...
Yaşamımı sadece kolaylaştıran değil aynı zamanda zenginleştiren dostlarım:
Her türlü insani arazımı (zaman yönetimi özürlülük, zor beğeni ve eleştirel bakış) sabırla taşıyan Elif Sözer, son yedi yıldır Bersay İletişim Grubu’nu başarıyla yöneten ve bana yaşam alanı (Lebensraum) açan, bu kitabın redaksiyonunda verdiği emeği hiçbir zaman unutmayacağım, didişmekten ve  sevmekten vazgeçemeyeceğim sevgili Ayşegül Meriç; yine bu kitap için hayatından neredeyse beş yıl vermiş olan ve yıllardır sabırla kahrımı çekmekten şikayetçi olmayan sevgili asistanım Aslı İşliel, 20 yıldır beni ve şirketleri sırtında taşımaktan bir an yüksünmeyen Yavuz Gürler... Bersay İletişim Grubu’nun tüm çalışanları... Bu kitabı biraz da onlar için yazdım.
İthaf onlara da değil. Onlar da anlayacaklardır.
Peki, danışmanlık hizmeti verdiğim müşterilerim, şirketlerini başarıdan başarıya sürüklemiş genel müdür ve CEO’lar? İthafta da, özgeçmişte de sağlam yerleri vardır. Onlar benim üniversitelerimde birer master programıydılar. İş dünyasını, ekonomiyi, itibarı ve iletişimi yönetirken sonuç odaklı olmanın inceliklerini, esnekliği ve geleceği yönetmenin derinliğini onlarda gördüm.
Beni iş hayatımda yıllarca desteklemiş ve bana yol göstermiş, patronluk dersi vermiş olan Turgay Ciner’in, Ahmet Zorlu’nun, Ali Koç’un, Demir Sabancı’nın, Ayhan Bermek’in, Haluk Bermek’in, Jan Nahum’un ve sadece iş değil, sosyal hayatta ‘yaşama sanatı’ açısından kendime ‘ölçüm noktası’ (benchmark) aldığım Aclan Acar’ın elbette bu kitabın pek çok sayfasında izleri bulunmaktadır.
Saydığım bütün bu isim ve gruplar ve diğer yandan kendilerini birinci baskıda gönlümden değil ama aklımdan çıkmış olan, ‘ruhumun kurma kolu’ sevgili Pembe Candaner örneğinde olduğu gibi sehven unutmuş olmam nedeniyle bana gönül koymayacaklarını bildiğim için benim dostum olan tüm tanıdıklarım, bu kitabın kendilerine ithaf edilmesini çoktan hak etmişlerdir. Çünkü onlar olmasaydı ben, ben olmayacaktım.
Ama ithaf onlara değil. Algılama Yönetimi’ni niçin kendilerine ithaf etmediğimi anlayacaklarına eminim.
Yukarıda ilk sıralarda adını anmam gerekirken sonlara bıraktığım, beynimi beyninin içinde, ruhunu ruhumun içinde hissettiğim kadim dostum, iletişim ustası ve dehası rahmetli Ali Tara’ya mı ithaf etmeliydim ilk kitabımı?
İthaf ona da değil. Eminim ki o da anlayacaktır.
Peki rahmetli anneciğim Leman (Sadullah) Saydam Hanımefendi? Benim karakterimin, dolayısıyla kaderimin mimarı, yedi göbekten Osmanlı ve İstanbullu; soyluluğu her türlü vasfın üzerinde gören Bektaşi torunu; sevgiyi, cefayı, sevinci, hüsranı doya doya yaşamış, dünyanın ve insanların yükü narin omuzlarına fazla gelince de genç yaşta bu dünyadan aniden çekip gidivermiş sevgili anneciğim? Belki de üç çocuğu içinde ayrı bir yerlere koyduğu en küçük oğlunun bu ilk kitabının ithafına en yakışan kişi...
Ya, yaşlanmaya başladıkça kendisine daha da çok benzemeye başladığım babam? Kilis eşrafından bir din adamının oğlu, Nihat (Tahsin) Saydam Beyefendi. Yazın çalışıp kışın Sultanahmet Sanat Mektebi’nde okuyan, sonra da Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş projesi çerçevesinde, dönüşlerinde öğretmenler ordusuna katılmaları koşuluyla bursla Fransa’ya gönderilmiş ilk kuşak mühendislerden Nihat Bey...
Lile’de bulunan Fransa’nın en zor okullarından l’Ecole Nationale Supérieure d’Arts et Métiers’i yüksek makine mühendisi olarak bitirip Bursa’da hizmete teknik resim öğretmenliği ile başlayan, Cumhuriyet’in inşası serüveninde Konya, İzmir ve Ankara’da öğretmen ve müdür olarak (Teknik Öğretmen Okulu Kurucu Müdürü) devam eden, sonrasında yeniden öğretmen olarak atandığı Yıldız Üniversitesi’nde (o zamanki adıyla: Yıldız Teknik Okulu’nda) görevini aynı sadakat duygusuyla yerine getiren, kariyerini Milli Eğitim Müsteşarı ve nihayet İsviçre-Avusturya-İtalya Kültür Ataşesi olarak noktalayan bir Cumhuriyet kuşağı evladı...
90’lı yıllarda TRT’de yapım danışmanlığını üstlendiğim Cumhuriyete Kanat Gerenler programı içinde babam dahil yüzlercesini porteler halinde tanıttığımız, hepsi de bireysel çıkar ve ikballerini bir kenara bırakıp genç Cumhuriyet’in inşası için ömürlerini vermiş “idealler kuşağı”nın mensuplarından biriydi rahmetli babam.
O kuşağın tipik özelliği, mükemmel eğitim almış olmalarına rağmen Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar dağılıp Cumhuriyet’in yeni kuşaklarını yetiştirmek için her şeylerini hiçe saymaları değildi sadece. O kuşak gencecik yaşta çok büyük ve ciddi sorumlulukları omuzlamıştı ve bireysel esenliklerini toplumsal sorumlulukları adına yok saymışlar, ayrıca bundan, Atatürk’ün o dehşetli ‘çekim alanının’ içinde yaşananlardan büyük keyif almışlardı.
Bu arada çoğu, yaşamın en önemli duyarlılığını ıskalamışlardı: Aşk’ı... Çünkü onlara başka bir sevgi aşılanmıştı; vatana, millete, Cumhuriyet’e ve gelecek tasarımına inancın sevgisi... Hani bugün adlarını anmanın kimlik çatlamasına uğramış bazı çevrelerce ‘demodelik’ olarak görüldüğü, yavaş yavaş yitirmeye başladığımız o cânım sevgi...
Birçoğu, dışarıdan bakıldığında sert ve duyguları pek gelişmemiş kimseler gibi algılanıyorlardı. Oysa bambaşka bir ‘aura’nın içinde yanıp tutuşuyorlardı; bugün artık soğumaya yüz tutmuş bir ‘aura’nın içinde...
Ne var ki, yine de aşkı, bildiğimiz o aşkı tanımamışlardı. Hani algılama yönetiminin hiçbir kuralına uymayan, iletişim açısından bakıldığında her türlü evrensel özde buluşan tek duyarlılık alanı olan aşk... İşte onu ıskalamışlardı...
İletişimin Akıl ve Gönül Penceresi: Algılama Yönetimi’ni, dramları, zaferleri, yenilgileri, çektikleri acıları, tattıkları esenlikleri, mağrur ve vakur duruşlarıyla benim kuşağımı yetiştirmiş olan babamın kuşağına ithaf etmek istiyorum.
Babamın, belki de duygularını belli etmemek adına yıllarca gizli gizli mırıldanıp durduğu o güzelim şarkının adını, ölümünden çok kısa bir süre önce öğrenebildim. O şarkıyı niçin o kadar sevdiğini ise, ancak Cumhuriyete Kanat Gerenler programını hazırlarken anlayabilecektim.
Kim bilir, belki de beni iyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla bugünlere taşıyan -bestesi Selâhaddin İnal Bey’e, güftesi Sedat Ergintuğ Bey’e ait- o Kürdili-Hicazkâr şarkıdır:
Çiçek nedir görmeden bozkırlara dalmışsan,
Çaldığın kapılardan hep nasihat almışsan,
Üstelik bu âlemde aşktan mahrum kalmışsan,
Desene ki güzelim, sen hiç yaşamamışsın.
* * *
Su verdiğin goncalar açmadan soluyorsa,
Sığındığın geceler insafsız oluyorsa,
Üstelik bu hikâye aşksız son buluyorsa,
Desene ki güzelim, sen hiç yaşamamışsın.
 
Kim bilir?
 
Bozcaada, Temmuz 2004 – Gayrettepe, Mart 2005, Kasım 2006
 
Detaylı Bilgiler için: www.alisaydam.com